Sunday, June 15, 2008

VİLLA BERİCA, GÜRCİSTAN


Yağmur yağıyor. Gündüzleri hava ılıman oluyor akşam üzeri yağmur yağıyor. Kırk ikindileri hatırlıyorum, bozkırın ortasındaki başkentte geçen çocukluk günlerimden. Ne güzel bir isimdir. Aynı meteorolojik olay. Bahar, Mayıs başı. Karasal bir iklim. Hava ısınıyor, buharlaşıyor, akşamın birden soğuyan yüzüyle yağmur başlıyor. Şimdi Tiflis’teyim. Çok uzak değil ama pek de bilmediğimiz hiç bir zaman gitmeyi hayal etmediğimiz bir ülke.

Villa Berica diye bir otelde kalıyorum. Gürcü tiyatrosunun efsanevi ismi Ramaz’ın villası. 90 öncesi yapılmış. Dört katlı. Kocaman salonları, bir sürü geniş odası, güzel bir bahçesi var. Bahçe minik heykeller ve çiçeklerle süslü, ortasında sarmaşıklarla kaplı bir kameriye. Bir Pazar gününü kitap ve çayla geçirmek için ideal. Her katta geniş salonlar, onların açıldığı balkonlar var ve bu balkonlardan birinden merdivenlerle bahçeye iniliyor.

Misafirlerin yatak odaları da birer balkonla bahçeye ve şimdi Tiflis’in modern mahallelerinin büyüdüğü, ama ihtimal on-yirmi yıl önce bomboş ve yeşil olan bir vadiye yukarıdan bakıyor. Tiflis’in yeni zenginleri bu vadiyi modern konut yapmak için seçmiş durumdalar, binalar yükselmiş, yükseliyor. Yine de nefes alacak kadar yeşillik var.

Koca koca salonlar var demiştim. Tabi giriş katındaki ana salonda bir de koca konser piyanosu: “Royali”. Ünlü tiyatrocumuzun fotografları her tarafı süslüyor. Fotograflara bakıyorum da gerçekten iyi olmalı bu adam. 90 öncesi dünya turnelerine gönderilmiş. Bu kadar parayı nasıl toparlamış bu evi nasıl yaptırmış tanrı bilir. Mobilyalar antika. Birkaç büfe çin porselenleriyle dolu. Hiç görmediğim biçimler, renkler. Bir başka köşede kristaller ve camlar var, dünyanın dört tarafından toplanmış. Ev sahibemiz, Tiflis’li bir arkadaşım hemen fısıldıyor, bir Rus yahudisiymiş, meraklıymış bunları toplamaya. Evin her köşesi itinayla düşünülmüş, zevkle işlenmiş ve iyi bakılıyor. Böyle bir yeri böyle parıldar halde tutmak ne iştir ama diye düşünüyorum. Her şey bakımlı, her şey temiz, her şeyle itinayla hazırlanıyor, toplanıyor, gözden geçirilip uygun şekilde saklanıyor olmalı. Bir kadınlar takımı var, sessiz ama becerikli ortada dolanan. Giysileri modern olsa ve Rusça konuşsa da pekala 19. yüzyıl İngiliz romanlarından birinde kendine yer bulabilecek bir hanım bütün işleri çekip çeviriyor, paraları tahsil ediyor, emirler veriyor, her şeyi görüyor. İngilizcesi iyi, benimle inatla İngilizce konuşuyor (ister Gürcüce ister Rusça selamlayayım mutlaka “Hi! How is your day?” diye bir cevap alıyorum. İnsana ister istemez benim Rusçamı beğenmedi, diye düşündürtüyor.

Otel şehrin modern kısmında ve benim sevdiğim mahallelere uzak, ama yine de bazen burada kalmayı seviyorum. En çok da sabah kahvaltısını. Sabah kahvaltısını bütün müşteriler (hiç bir zaman üç kişiden fazlasını görmedim) ayrı ayrı küçük masalarda yemiyoruz. Çünkü öyle bir şey yok. Alt kattaki salonun ortasında kocaman bir masa var. Kahvaltı oraya hazırlanmış oluyor. Herkes de etrafına oturup öyle yiyor yemeğini, sanki bu evde konuk olarak kalıyormuşuz gibi. Böylece tanışmak zorunda kalıyoruz, hoş da sohbetler oluyor. Söylemeye hiç gerek yok, yemek takımlarımız da bu eve ve konuklara yakışır şeyler. Kahvaltıda yok yok oluyor. Siyah havyardan beyaz peynir ve zeytine, türlü çeşitli tartöletlere kadar. Hepsi de taze ve özenle hazırlanmış oluyor. Şehirden bunca uzakta olmasa burayı herkese tavsiye ederdim. Yine de Tiflis’te sakince birkaç gün geçirmek isteyenler için iyi bir mekan. Bir de eşitlerin içinde daha eşit (*) olanların nasıl yaşadıklarını görmek için bir müze ev olarak değerlendirilebilir.

Tiflis, 1 Mayıs, 2004

(*) Orwell

No comments: