Wednesday, June 11, 2008

İskoçya'da Haftasonu, İskoçya, 2008

Çok bilmiş (olumlu anlamda) bir arkadaşımın sözüne uyup, Londra iş gezimin hafta sonu kısmını “değerlendirmek” üzere bir trene binp İskoçya’ya geldim. Çok memnun kaldım, dedim ya arkadaşım çok bilmiştir. Gerçi “trene bin, şöyle İskoçya’ya git” derken onun kastettiği ihtimal İskoç dağlarında (burada highlands diyolar) dolanmamdı, ama malumunuz ben şehir insanıyım, ayrıca trene binip dağ manzarası yeterince seyrettim ömrü hayatımda. Onun için ben King’s Cross’dan trene binip Edinburg Waverley’de indim.

Şekerim bu İngiliz trenleri çok ilkel (kalmış) (ya da göründü benim gözüme, malum referans noktam İsviçre trenleri). Vagonları eskimiş buldum, koltuklar hiç ergonomik değil, iki koltuğun arasındaki kolluk kalkmıyor, koltukların kendisi rahatsız, insanın sırtını ağrıtıyor, ayak mesafesi benim için bile dar, uzunboylu ingiliz erkekleri ne yapıyor bilemiycem. Ama itiraf etmeliyim benim de kabahatim var, normal bilet aldım. Gaflet, dönüşte tabi ki birinci sınıfla dönüyorum. Gençliğimde bende her koşulda gezen biriydim ama bunca yıllardan, ve yollardan sonra insan fazla eziyete katlanamıyor.

Şimdi Edinburg’la birlikte kuzeyin romantik, güzel şehirleri (Petersburg, Kopenhag, Oslo, Riga. Ki hepsi yaz aylarında ziyaret edilmiştir, kışın zinhar gidilmeyecektir, ölüm kalım olmadıkça) serimi kapatmış bulunuyorum. Artık bir tanesini daha görmeme gerek yoktur. Gerçi bir fırsat çıkarsa Dublin için bir istisna yapabilirim, Joyce’un yüzügözü hürmetine.

Bu şehirler güzel. Mimarileri güzel. Hepsi de birbirine benziyor gerçi, 17-19. yüzyılda, bilemedin 20. yüzyıl başında –kuzeyin zenginleşme zamanları- taştan, özene bezene yapılmış şehirler. Üstlerine gökdelenler konulmamış. Beton binalar tek tük, onlar da şehir merkezi dışında. Cepheler birleşik (enerji tasarrufu zinhar). Kanalları ve köprüleri var: kışın o köprülerden geçmeyi hayal etmek bile insanın dişlerini takırdatiyor. Yazın güzel oluyorlar fekat. Çok sıcak olmuyorlar, günler uzuyor da uzuyor, gece kalmıyor, zincirlerinden boşanmış ahali kendini sokaklara, barlara, kafelere, yemekhanelere atıyor. Zaten ahali çok içiyor, çok bağırıyor, çok şarkı söylüyor. Dolayısıyla neşeli bir hava oluyor ortalıkta.

Bugün Edinburg (edinbrauvv demem lazim) kalesini gezdim. Gözalabildiğine uzanan düzlüklere hakim, kuzey denizinin daracık bir geçitle doğal bir liman yaptığı bir noktasına bir taş atımı yerde, bir tepede. Bu stratejik konumu nedeniyledir ki yüzlerce yıl süren bir tepişmenin de odak noktası olmuş. Sonunda İngilizler, İskoçları yedeklemişler. Büyük Britanya İmparatorluğunun en önemli köşe taşı böylece konmuş. Şimdi yedeklemek deyince, yahu bu İskoçlar ne savaşkan bir ahaliymiş. Kalenin içinde şehitlik vardı, ölmüşler de ölmüşler. Büyük Britanya imparatorluğunun mızrağını diktiği, ya da dikmeye çalıştığı her yerde, yüzlerle, binlerle, onbinlerle ölmüşler. Madem bu kadar ölecektiniz niye kendiniz için yapmadınız diyesi geliyor insanın. Gerçi kim kendisi kim değil, İskoç soylularının ve bankerlerinin bu kutsal ittifaktan fena halde yararlandıkları kanısındayım, -elan devam ediyor.

Dün akşam İtalyan bu akşam Türk yemeği yedim. Bugün kitapçıda, hepsi onbeş sayfa tutabilen (tatlılar, pastalar vs dahil) İskoç yemekleri kitabına baktım, ve bu yemeklerden hiç birini tatma ruh halinde hissetmedim kendimi. Aynı hikaye. Köylülüğü ezilmiş, hiç bir milletin doğru dürüst mutfağı olamaz. Dünyada üzerlerinden en acımasız silindirin geçtiği köylüler de maalesef Büyük Britanya adasında yaşıyorlar. Adamlar ne ekip biçebilmiş, ne av hayvanından, ne balıktan yararlanabilmiş (iklim de tropik değil yani). Lordun gölündeki balığı avlamanın cezası ölümmüş.

Hmm tabi, çeşitli yün mamülleri var. Güzeller.. Ama çok pahalılar, ben New Yorkluyum yani, bizim paramızla çok pahalı burası. Bi de viski. Yarın viski turuna mı katılayım (lokal bir şey yapayım yani) yoksa National Art Museum’a mı gideyim kararsızım (uluslararası eserler, her yerde var onlardan, bilemedim yani).

Royal Terrace denen bir yerde (isme bak), Royal Terrace Hotel’de kalıyorum. Komik yani, Royal bir tarafı yok, hoş bir tepe (Carlton), denize bakan bahçeler, Georgian binalar. Onları küçük küçük otellere dönüştürmüşler, bazı şanslılar da geri kalan binalarda yaşıyor (bu arada emlakçinin önünden geçerken durup baktım, bu şahane evlerin aylık kirası topu topu 850 pound, Londra’da bu paraya fare deliği vermiyorlar, keza kıçı kırık Cenevre’de de bir kişilik bir yer bile bulunmaz. Bunlar tam Georgian, kocaman aile apartmanları, deniz manzaralı, park içinde. Daha ne olsun. Yazları NY’daki apartmanı kiraya verip Edinburg’a mı taşınsam acaba? Her neyse Royal Terrace Hotel’in en hoşuma giden tarafı, deniz tarafına bakan, eğik penceresi (çatı aralarına yaparlar ya), bir de daha kaldırımdan otele yönelir yönelmek kendiliğinden açılan (buyur el sahip tarzında) çift kanatlı kapısı.

İşte bir uluslararası memurun haftasonu kaçamağı ....

Haziran 2008

7 Haziran, Edinburg-Newark North Gate tren:

Yok azizim 1. sınıfta da iş yok. Daha geniş ama yine rahatsız koltuklar. O yetmezmiş gibi kompartmanda bağırarak kağıt oynayan (bu sefer teenager değil ama, 60 yaşındaki adamlar- daha bile sevimsiz oluyor). Tabi İngiliz servis sistemi iyi, kahveler, kibar stewardlar falan, ama biraz İskandinavlardan ergonomi, tasarım falan öğrenmeleri gerekiyor.

Üstelik wi-fi var diye ilan ettiler, gidip laptopumu aldım bavuldan, ama çalışmıyor. O zaman niye ilan ediyosunuz di mi.

Bugün Edinburg’un yeni şehrini gezdim, bir de bir fotograf sergisine gittim: iki savaş arası, Orta Avrupa fotografcılığı diye özetlenebilir. Çok başarılı buldum, sergiyi de gittiğim müzeyi de (Dean’s Gallery). Karşısında Modern Sanat Müzesi de vardı ama artık ona vaktim yoktu.

Dolayısıyla, Allah düşürmesin ama , Edinburg’da yaşamak mümkün olabilir. Birkaç tane güzel müzeleri, yılda bir ay sanat festivalleri, ayrıca sinema festivalleri, eh epeyce de viskileri var.

1 comment:

Unknown said...

Merhaba iskocya ile ilgili arastirma yaparken yaziniza denk geldim. Biraz gec oldu ama merak ettigim gercekten Edinburgh dediginiz kadar "Allah dusurmesinlik" bir sehir mi :) Burayla ilgili insanlardan ya cok iyi ya da kotu seyler duyuyorum hic ikisinin ortasini duymadim. Ben orada calismayi ve yasamayi dusunen biri olarak gercekten merak ediyorum bunu. Kesin birsey yok tabi ama bu ara yaptigim bir kac basvurudan donus alabildim ancak su an onun sonucunu bekliyorum. Benim merak ettigim ilginc olan durum iskocya hakkinda kimisi ingilterede tutunamayanlar buraya geliyor atil bir bolge gibi deniyor kimiside kulturunden dolayi biraz daha turklere yakin oldugunu soyluyor mesela futbol kahramanliklar sarkilar turkuler gibi... yada tam kelimeyi bulamadim ingiltereye gore biraz daha kollektivistlik on planda turkiyeye bu acidan daha yakin oldugunu o nedenle insanlarin daha sicak oldugu soyleniyor... sizde Allah dusurmesin gibi birsey yazinca gercekten sizin tarafinizdan merak ettim bunun sebebini:) Ben cunku Turkiyeden umudu kalmamis biri olarak gitmek istiyorum.. su an bahsettigim basvurunun ikinci asama sonucunu bekliyorum... gerci edinburgh degil ama iskocya icinde uc sehirden biri olacak belki de...