Saturday, December 31, 2011

Sunday, June 15, 2008

ONÜÇ YIL SONRA MOSKOVA

On üç yıl sonra Moskova’dayım. Kremlin’in altın kubbelerine ve Putin’in sarayına bakan yeni tasarım ofislerden birindeyim. Bir binanın onikinci katı. Hemen önümüzden “altın halka”nın trafiği akıyor. Moskova şehir merkezini çevreleyen bir sınır altın halka, bir tür çevre yolu, metroda da bir izdüşümü var, o da halka.

Moskova çok değişmiş. On üç yıl önce şehire ayak bastığımın sabahında Yeltsin Parlamentonun önünde, tankların üzerindeki söylevini yeni bitirmişti. Gorbaçov hala başkandı ve darbe haberleri üzerine apar topar Kırım’dan geri dönmüştü. Ama Yeltsin çoktan tankların üzerine çıkıp inmişti, Başkanlığı kısa zamanda ona bıraktı. Yola çıkmamıza bir gün kala Rusya’dan darbe haberleri geldi. Perestroyka ile hayal bile edemediğini bulmuş olan batı tatlı sarhoşluğundan dehşetle uyandı. Haberi duyar duymaz anneme telefon ettim: “Anne darbe oldu, gitmeyelim”. Ne gam! Annem bir cesaret timsali. Sanki yıllarca Rusya’ya ayak basmayı reddeden o değil. Gorbaçov’un perestroyka ve glasnost söylevleri belli ki onu herkesten çok etkilemiş. Yıllarca benim onu gitmeye ikna etmek için kullandığım argümanı ters çevirip bana karşı kullandı “Biz Türk vatandaşıyız, bizi ilgilendirmez”. Çaresiz havaalanının yolunu tuttuk. 20 Ağustos 1991’de Moskova’ya uçan Türk havayollarının airbus uçağındaki tek yolcular bizdik. Bir de kendini bilmez, iş adamı olmayı hayal eden bir anadolu çocuğu.

Şehir kocaman, ihtişamlı ve bakımsızdı. En çok hoşuma giden hiç bir yerde reklam panosu, mağaza tabelası, ışıklı tabela vb olmamasıydı. “Temizdi” şehir, ticari kirlilik yoktu. Yeni Arbat sokağını Piccadilly Circus’la karşılaştırmış ve Moskova’da kendimi rahat hissetmemi bu temizliğe bağlamıştım. Zaten çok mağaza da yoktu. Olan mağazalar da bomboştu. Eylül ayının başında dönüşümüzden biraz önce, darbe tehlikesi iyice atlatılınca, devlet depolarındaki mallar dükkanlara dağıtıldı, ve ömrümün sudan ucuz en büyük alışverişini yaptım. Her şey çok çok çok ucuzdu. Tanesini bir dolara aldığım şık şapkaları yıllarca kullandım.

Koca şehirde yemek yenecek birkaç mekan vardı. Prag Restoran, yine sudan ucuz. Beyaz eldivenli garsonların servis yaptığı, kahveye brendiye ve dondurmaya kadar uzanan kocaman bir akşam yemeği yiyip dört kişi birkaç dolarlık bir hesap ödediğimizi hatırlıyorum. Ortada öyle tostcu, dönerci, pirogcu da yoktu, olanlar da saat bir ile iki arasında öğle tatili yapıyor, akşam altıda da kapatıp gidiyorlardı. Elalem pikniğe giderken yanına ekmek peynirini, elmasını almaya alışkındı. Keyif etmek üzere çıktığımız bir nehir teknesi gezintisinde, akıl edip yanımıza evden yiyecek getirmediğimiz için açlıktan midemiz kazınmıştı da kapitalizmin bir işsizler ordusunun zoruyla her an her yerde sunduğu servislere ne kadar da alışmış olduğumuzu farketmiştim.

Metro güzeldi. Ömrümde her bir durağında farklı süsler olan; kimisinde mozaikler, kimisinde vitraylar, kimisinde heykeller, zemini mermer bir metro görmemiştim (sonra da göremedim). Işıldıyordu, fonksiyoneldi, kalabalık ve canlıydı, tabi ki sudan, sudan ucuzdu, Türk lirasına çevirmeye çalışıp karşılığını bulamamıştım, çok küçük bir paraydı. Metro ışıltılıydı ama şehrin birçok yeri dökülüyordu. Ana caddelere açılan sokaklarda bile asfalt patlamıştı, binaların fasatları erimiş parçalanmıştı. Pazar yerleri pis ve eskiydi. Genel bir yoksulluk ve bakımsızlık hali. Sıradan insanlar için yiyecek bulmak zordu. Pazarlarda yiyecek vardı. Orta Asya’dan kafkasya’dan sebze meyve geliyordu. Ama Moskova’lılar pazarlardan, serbest pazar fiyatıyla değil, devlet mağazalarından uygun fiyatla yiyecek almaya alışıktılar, mağazalara da dağıtım bozulmuştu. Yaşlı bir Moskovalı kadınla bu yiyecek işini konuştuğumu ve pazarda yiyecek bulunmasını, yiyecek bulunması olarak algılamadığını hatırlıyorum. Sırada da beklese, düzensiz de gelse, o devletin kendisine uygun fiyatlı yiyecek sağlamasını standart kabul ediyordu. Acı acı “her şey değişiyor, daha anlamamışlar. Sonunda anlayacaklar ama çok canları yanacak” diye düşündüğümü hatırlıyorum. Bugün artık devlet mağazaları yok. Eski çamur içindeki semt pazarları, açıkta kancalara asılı satılan etler de yok. Şehir merkezlerinde yeni yapılmış, mermerden tezgahların ışıl ışıl parladığı, Orta Asya’dan kavunların, kuzey denizinden türlü balıkların ve deniz mahsülatının, tropikal ülkelerden ananasların süslediği, içine girince insana, burası bir dünya şehri diye düşündürten çeşitliliğin olduğu pazarlar var. Vakit bulup kenar semtlerin pazarlarına gidemedim, ama nasıl olduklarını altı yedi yıl önce Petersburg’da gittiğimiz kenar mahalle pazarından tahmin edebiliyorum. Simsiyah kesilmiş pörsümüş birkaç muz tanesi, avurtları çökmüş portakallar, bolca patates ve lahana.

On üç yıl sonra, Moskova ışıl ışıl. Caddeler ışıl ışıl. Kızıl meydandaki pasta kubbeli kilise yenilenmiş, boyanmış. Her tarafta kafeler, lokantalar, dizaynır vitrinleri. Fransa’dan, İtalya’dan, İskandinavya’dan mobilyalar, camlar, seramikler. Binaların çoğu elden geçmiş. Alt geçitler, kaldırımlar, meydanlar yenilenmiş. Metro.. hala güzel, ama artık şehrin en ışıltılı yeri değil.

Kadınlar o zaman da güzeldi, ama nasıl demeli, biraz Muhterem Nur kılıklıydılar, biraz ucuz, biraz eski moda, biraz kenarın dilberi makyajlı. Şimdi çok güzel kadınlar var, moda dergilerinden fırlamış gibiler, modern kılıklar, pahalı elbiseler, iddialı ayakkabılar ve aksesuarlar, trendlere uygun makyajlar. Pahalı kafelerde ve restoranlarda oturuyorlar, pahalı şeyler giyiyorlar. Gerçi metro çıkışlarındaki tezgahlarda tanesi 4-5 dolara, eskiden gördüğüm kötü deri taklidi çantalar satılıyor, onların da alıcısı ve kullanıcısı var, ama plastik çantalı kadınlar değil artık insanın dikkatini yakalayan.

Kiralar fırlamış, apartmanlar pahalı. Moskova banliyölerinde çok katlı konutlarda bir daire 150-200 bin dolara satılıyormuş. Şehrin merkezindeki genişçe apartman dairelerinde milyon dolarlardan bahsediliyor. Bir de ilk gelişimde görmediğim bir şey var, çöp karıştırıp teneke kutu toplayan yaşlı kadınlar.

Moskova’ya gelip de Balşoy’dan bahsetmemek olmaz. 91’de geldiğimizde Balşoy’a gidebilmek nasip olmamıştı. Biletler devlet erkanına dağıtıldığı için gişeden satın almak mümkün değildi. Karaborsada peşine düşmek gerekiyordu. Bazı gösteriler iptal edilmişti vs. İçimde kaldı. Bu sefer ilk iş Balşoy’a gittim. Aa, gişe açık, hem de yalnızca birkaç kişi bekliyor. Programa şöyle bir baktım, neler neler var. Her gün bir başka gösteri. Canım bir bale görmek istedi. Romeo ve Jülyet gösterisi hakkında okumuştum. Ama bilet yok. Zaten topu topu beş günüm var. Şopenyana uygun bir günde. Bilet aldım. Tamuna da Moskova’da birlikte gittik. Bizim gösteri ana binada değilmiş. Hayal kırıklığı. Yan tarafta yeni bir sahne açılmış, oraya gittik. Vay me (Gürcüler vay bana’yı böyle diyorlar). Ne şıkırtı, ne ihtişam. Sankim Petersburg’daki kışlık saray kalkmış buraya gelmiş. Sonra, yüzyıl önce bütün Avrupa’da olan, ama zaman donduğu için artık yalnızca Rusya’da kalmış olan ritüeller. Ceketlerinizi vestiyere bırakmadan içeri giremezsiniz. Vestiyerde binokl ister misiniz? İstemezseniz ikinci sınıf seyircisiniz. Yaşlı hanımlardan oluşan bir yer göstermeciler ordusu. Ölçülü olmazsanız hemen kaşlarını kaldırıyorlar. Gelip terbiye edici bir söylev çekmeleri bir nefeslik fark. Antraktta büfe, şampanya, havyarlı bir dilim ekmek, isterseniz pasta ve çay. Ritüel, mitüel. Balşoy sahnede hala Balşoy. Balşoy’da baş balerina olmak, öyle yalnızca çalışmakla, yalnızca yetenekle, yalnızca birilerinin gözüne girmekle olacak iş değil. Sahnede bir melek var. Ben ki bu işlerin kıyısında biriyim, gösteri boyunca nefes almayı unutarak kendimi kaptırdım, dansçıları seyrettim. Çıkarken, bir tek bunun için bile Moskova’da yaşamaya değer diye düşündüm. Başka şeyleri ne kadar sevmeseniz, dondurucu soğuk yüzünden depresyona da girseniz, hala servis yapmayı öğrenememiş ve öğrenemeyecek olan ruslar sağda solda canınızı da sıksa, bir akşam gelip, pek de pahalı olmayan bir fiyata böyle bir gösteri seyredebiliyorsanız, hayatınız değişir.

Bugün öğle yemeği için ofisin hemen yanındaki Çin lokantasına gittim. Meyveli balık ve pirinç yedim. Hesapla birlikte iki dilim portakal ve bir “cookie” geldi. Diğer yerlerde yediğimden çok daha itinalı bir cookie. Daha büyük, portakal kokulu. İçinden zamanın anlamına uygun bir fal çıktı, altın yaldızlı bir kağıda İngilizce ve Rusça yazılmış: “Gününüz karlı ve verimli geçecek”.

Dün ofisten çıkıp metroyla Arbat sokağına gittim, “Dom Knigi”ye bakmaya. (Moskova’nın en büyük kitapçısı, 91’de geldiğimde bir çuval kitap almış bir dolar para ödemiştim. Ne kitaplar vardı neler neler. Bir tek kitapları aldığınızda kimse size naylon torba vs vermiyordu. Moskova’lılar ellerinde küçük filelerle dolaşan bir ahaliydi, herkes kitaplarını kendi fileciğine doldurup kasayı terkediyordu. Bir tek ben bir çuvala sığacak miktarda kitabım, paketleme denen şeyin olmayışından şaşkın, kasanın önünde kala kalmıştım. ) Akşam iş çıkış saati olduğu için metro tıklım tıklımdı. Bir insan nehri dalgalanıp duruyordu, güçlükle aktarmalarımı yaptım, Arbat sokağına çıkarken, kendimi özgür hissettim. Bir tek metropollerdeyken hissettiğim, o istediğini yapma, istediğin yere gitme, büyük şehirlerin dokusundaki binbir kovuktan birine girip kaybolabilme, kendine ait bir köşe yapabilme, hem kalabalıklarla hem de yapayalnız olabilme ayrıcalığı. Ne kadar özlemişim bu duyguyu. Küçük şehirler bana göre değil.

27 Nisan 2004, Moskova

VİLLA BERİCA, GÜRCİSTAN


Yağmur yağıyor. Gündüzleri hava ılıman oluyor akşam üzeri yağmur yağıyor. Kırk ikindileri hatırlıyorum, bozkırın ortasındaki başkentte geçen çocukluk günlerimden. Ne güzel bir isimdir. Aynı meteorolojik olay. Bahar, Mayıs başı. Karasal bir iklim. Hava ısınıyor, buharlaşıyor, akşamın birden soğuyan yüzüyle yağmur başlıyor. Şimdi Tiflis’teyim. Çok uzak değil ama pek de bilmediğimiz hiç bir zaman gitmeyi hayal etmediğimiz bir ülke.

Villa Berica diye bir otelde kalıyorum. Gürcü tiyatrosunun efsanevi ismi Ramaz’ın villası. 90 öncesi yapılmış. Dört katlı. Kocaman salonları, bir sürü geniş odası, güzel bir bahçesi var. Bahçe minik heykeller ve çiçeklerle süslü, ortasında sarmaşıklarla kaplı bir kameriye. Bir Pazar gününü kitap ve çayla geçirmek için ideal. Her katta geniş salonlar, onların açıldığı balkonlar var ve bu balkonlardan birinden merdivenlerle bahçeye iniliyor.

Misafirlerin yatak odaları da birer balkonla bahçeye ve şimdi Tiflis’in modern mahallelerinin büyüdüğü, ama ihtimal on-yirmi yıl önce bomboş ve yeşil olan bir vadiye yukarıdan bakıyor. Tiflis’in yeni zenginleri bu vadiyi modern konut yapmak için seçmiş durumdalar, binalar yükselmiş, yükseliyor. Yine de nefes alacak kadar yeşillik var.

Koca koca salonlar var demiştim. Tabi giriş katındaki ana salonda bir de koca konser piyanosu: “Royali”. Ünlü tiyatrocumuzun fotografları her tarafı süslüyor. Fotograflara bakıyorum da gerçekten iyi olmalı bu adam. 90 öncesi dünya turnelerine gönderilmiş. Bu kadar parayı nasıl toparlamış bu evi nasıl yaptırmış tanrı bilir. Mobilyalar antika. Birkaç büfe çin porselenleriyle dolu. Hiç görmediğim biçimler, renkler. Bir başka köşede kristaller ve camlar var, dünyanın dört tarafından toplanmış. Ev sahibemiz, Tiflis’li bir arkadaşım hemen fısıldıyor, bir Rus yahudisiymiş, meraklıymış bunları toplamaya. Evin her köşesi itinayla düşünülmüş, zevkle işlenmiş ve iyi bakılıyor. Böyle bir yeri böyle parıldar halde tutmak ne iştir ama diye düşünüyorum. Her şey bakımlı, her şey temiz, her şeyle itinayla hazırlanıyor, toplanıyor, gözden geçirilip uygun şekilde saklanıyor olmalı. Bir kadınlar takımı var, sessiz ama becerikli ortada dolanan. Giysileri modern olsa ve Rusça konuşsa da pekala 19. yüzyıl İngiliz romanlarından birinde kendine yer bulabilecek bir hanım bütün işleri çekip çeviriyor, paraları tahsil ediyor, emirler veriyor, her şeyi görüyor. İngilizcesi iyi, benimle inatla İngilizce konuşuyor (ister Gürcüce ister Rusça selamlayayım mutlaka “Hi! How is your day?” diye bir cevap alıyorum. İnsana ister istemez benim Rusçamı beğenmedi, diye düşündürtüyor.

Otel şehrin modern kısmında ve benim sevdiğim mahallelere uzak, ama yine de bazen burada kalmayı seviyorum. En çok da sabah kahvaltısını. Sabah kahvaltısını bütün müşteriler (hiç bir zaman üç kişiden fazlasını görmedim) ayrı ayrı küçük masalarda yemiyoruz. Çünkü öyle bir şey yok. Alt kattaki salonun ortasında kocaman bir masa var. Kahvaltı oraya hazırlanmış oluyor. Herkes de etrafına oturup öyle yiyor yemeğini, sanki bu evde konuk olarak kalıyormuşuz gibi. Böylece tanışmak zorunda kalıyoruz, hoş da sohbetler oluyor. Söylemeye hiç gerek yok, yemek takımlarımız da bu eve ve konuklara yakışır şeyler. Kahvaltıda yok yok oluyor. Siyah havyardan beyaz peynir ve zeytine, türlü çeşitli tartöletlere kadar. Hepsi de taze ve özenle hazırlanmış oluyor. Şehirden bunca uzakta olmasa burayı herkese tavsiye ederdim. Yine de Tiflis’te sakince birkaç gün geçirmek isteyenler için iyi bir mekan. Bir de eşitlerin içinde daha eşit (*) olanların nasıl yaşadıklarını görmek için bir müze ev olarak değerlendirilebilir.

Tiflis, 1 Mayıs, 2004

(*) Orwell

BİR PAZAR GÜNÜ DÜŞANBE, TACİKİSTAN, 2004

Uyandım. Yeni bir ülkede yeni bir şehirde. Yavaş yavaş nerede olduğumu hatırladım. Sabah erkenden, pek rahat olmayan bir yolculuktan sonra Duşanbe havaalanına indiğimi, çalışacağım kuruluşun şöförünün beni karşıladığını ve eski sovyet bloğunun bütün ülkelerinde olup hepsi birbirine benzeyen üç katlı blokların olduğu bir yerde bir apartman dairesine bıraktığını.

Kalktım. Kahvaltı küçük sehpanın üzerinde beni bekliyordu. Smetan, bisküviler (ahh o tanıdık, sovyet tipi büyük boy kalın bisküviler), ekmek (orta asya tipi ortası çukur, çörek otlu, pidelerden), salam ve epeyce yağlı bir kaşar. Tabi ki tabağım, çatalım kaşığım düzenli bir şekilde yerleştirilmiş, peçeteler, tuzluk biberlik. Dünyayı konforlu bir yer haline getiren kadınlar buradan geçmişler.

Gece yolculuğunun üstüne, sabah olduktan sonra uyuyup uyanmış olmanın mahmurluğunu atmak için bir an önce dışarı çıkmak istiyorum. Evin avlusunda kızlı erkekli bir grup çocuk bağrış çığrış tornet kayıyorlar.Çok mutlu görünüyorlar. Çok sevimliler, çekikce gözlü bir kız çocuğu tornetten gülerek düşüyor. Farsi yüzlü bir başka kız çocuğu onun yerine oturuyor. Erkek çocuklarından biri “podajdite podajdite” diye bağırıyor.

Sokağa çıktım. İlk anda Fergana’da olduğumu düşündüm. Aynı, iki yanı koca ağaçlarla çizilmiş geniş cadde, aynı iki katlı evler. Dümdüz bir şehir. Sabahın köründe mihmandarımın bana gösterdiği kerteriz noktalarına dikkat ederek, onun merkez diye gösterdiği yönde.yürüdüm. Bir yol ağzı. Minik bir park. İçinden yürümeye karar verdim. Güzel bir sonbahar, koca ulu ağaçlar, yarısı sarı yarısı yeşil. Yerlerde sarı yapraklar. Yön tayini için durdum ve insanların hızlı adımlarla geldiği yöne gitmeye karar verdim. Yanılmamışım Pazar yeri.

Pazarın girişinde kasetçiden yükselen müziğe çarpılıyorum. Sade, tekdüze bir melodi, ama ne güzel sözler. Ne dediğini anlamıyorum ama gerçekten Farsça şiirsel bir dil. Bir süre oradan ayrılmak istemiyorum.

Meyveler; bolca elma, üzüm, kavun, karpuz. Elmalar çeşit çeşit eğri büğrü küçük ve yerli olanları var, kırmızı büyük ve uzak yerlerden gelmiş olanları. Üzümler belli ki yerli, birkaç çeşit, adlarını bilmiyorum ama lezzetli görünüyorlar. Sonra patates, sarımsak, yine elma, yine üzüm, yine patates. Bir köşede torba yoğurduna benzer bir şey satıyor bir grup kadın, yanyana dizilmişler, boylarının yarısı kadar kocaman çukur kaplardaki yoğurdu karıştırarak. Pazarın ortasındaki tezgahlarda “egzotik” ürünler olarak muz ve ananas var. Biraz daha ileride türlü çeşitli turşular. Mantar turşusu, ne olduğunu çıkaramadığım bir bitkinin saplarının turşusu, domates, salatalık turşusu, rendelenmiş havuç. Gürcistan, Özbekistan’da benzerlerini gördüğüm “hazır salata” tezgahları, ama nedense buradaki çeşit ve görünüm bana Chinatown tezgahlarını hatırlattı. Ehh Çin ezelden beri kapı komşuları.

Kadınların hemen tamamı uzun, renkli entariler giyiyor başlarında enseden bağlanan örtüleri. Erkeklerin bir kısmı uzun kaftanlar içinde, başlarında orta asya takkeleri ya da külahlar. Bazı gençler kot pantolonlu ama kafalarında beyaz takkeleri.

Pazardan çıkıyorum yürümeye devam. Döviz bürosu. Internet kafe. Uluslararası telefon görüşmesi reklamı yapan bir dükkan. Bir iki Rusça kitabı satmaya çalışan yaşlı, mavi gözlü Rus kadın. Kaval çalarak dilenen kaftanlı, külahlı, yaşlı Tacik amca. Arada Özbekçe konuşmalar duyuyorum. Bir meydana ulaşıyorum. Heykeller. Mihmanhane (Otel) Duşanbe ve Duşanbe Restoran. Evet şimdi turnanın gözündeyim. Savaşan, ızdırap çeken, ölülerine ağlayan heykellerin (bir kısmı asker kıyafetli bir kısmı geleneksel giysiler içinde) anlamını çözemiyorum, yarın sorup öğreneceğim.

Devam. Güzel bir yol boyu parkı. Yine altın ağaçlar. Etrafta çok genç erkek var. Sonra sırrını çözüyorum. Bazı banklarda genç kadınlar oturuyor. Geleneksel giysiler içinde, başlarında geleneksel örtüler. Delikanlılarla pazarlık yapıyorlar. Çok ilgi çektiğimi farkedip yolumu değiştiriyorum.

Geri dönüyorum.

ISTANBUL -DUŞANBE UÇAĞI

İstanbul’dan Duşanbe’ye bir tek Tacikistan Havayolları uçuyor. Yerlerini bulmak bir macera, bir cep telefonunun ucundaki aksanlı sesten birlikte çalıştıkları turist ofisinin telefon numarasını buluyorum, arayıp rezervasyon yaptırıyorum. Ofisin Aksaray’da olduğunu öğrenip rahatlıyorum. Ofise ilk ziyaretim. Saat 3. Rezervasyonum kontrol ediliyor, pasaportum isteniyor, veriyorum. Bilet kesemiyorlar, bilet kesen arkadaş çıkmış. Niye telefonda söylenmediğine cevap yok. Çaresiz ertesi gün tekrar gidiyorum. Bir daire. Genişce bir salon. Camlı bölmeyle ortada ayrı bir oda yapılmış, orta yaşlı bir adam oturuyor büyükçe bir masada. Boş boş oturduğuna ve camlarla korunmaya alındığına göre o amir olmalı. Ben camlı bölmenin dışındaki genç adamla muhatap oluyorum. Düzgün Türkçe konuşuyor. Yine aynı işlemler. Pasaportum inceleniyor. Vizem yok. Rusça iç bölmedeki adamla konuşuyor. Cevap hayır. Vize olmadan bilet veremezlermiş. Davet mektubum var, vizeyi Duşanbe havaalanında alacağım diyorum, davet mektubunu istiyorlar, getirmek aklıma gelmedi. İçerdeki adam merhamet etmiyor. “Niet” diyor. Yine bilet yok. Canım sıkılıyor, bu kez rusça itiraz ediyorum. Belki de bütün konuşmanın anlaşılmış olmasına sinirleniyor; camlı bölmenin içindeki adam kızgın. Bu kez gayet düzgün bir Türkçeyle evraklar yok bilet yok, diyor. Niye bilet almak için vize gerektiğini anlamadım diyorum. Ben hep böyle gelip gidecek miyim diye soruyorum. O sizin sorununuz diyor. Öfkeleniyorum, ne demek benim sorunum vs. Ortalık geriliyor. Sinirli bir şekilde çıkıp gidiyorum. Yolda düşünüyorum. Çare yok. Tacikistan’a gideceğim. Onların memleketi, memleketlerine bir tek onların havayoluyla gidebilirsin. Kuralları istedikleri gibi koyuyorlar. Gerçekten benim sorunum.

Evraklarım tamam üçüncü kez gidiyorum. Parayı nakit dolar ödüyorum, onu akıl ettim getirmeyi. Bu kez bileti alıyorum. Ortalık gergin. Çıkarken içerideki bölmeye kafamı uzatıp iyi günler, teşekkür ederim diyorum. Orta yaşlı adam, eli kalbinde ayağa kalkıp öne eğiliyor. Özür diliyorum. O özür diliyor. Barış yapıyoruz.

Uçağın kalkmasına iki saat kala Yeşilköy’deyim. Önce Silivri, sonra Sabiha Gökçen, Tacik havayolları artık Yeşilköy’e terfi etmiş vaziyette. Monitorde Tacik check-in yeri bildiriliyor ama bu bilgiye gerek yok, salona şöyle bir bakınca Tacik havayolları check-ini hemen bilmek mümkün. Bir kontuarın önü, kargo deposu girişi gibi. Bavullar, denkler, koliler, bantlarla sağlamlaştırılmış plastik kargolar. Sıra falan yok. Daha çok eşyalar, arada öbek öbek insanlar. Kalabalığı bypass edip kontuardakilerle konuşmaya çalışıyorum. Cevap yok. Sıra nereden başlıyor bilen yok. Kalabalıkta bir hareket, işlem yaptırıp gidiyor olma havası yok. Doğu ülkelerine has, sorunlu işlerin çözümlenmesinden önceki durgunluk hali. Pazarlık gücünü kaybetmemek için hiç kimse durumunu değiştirmiyor, adım atmıyor, konuşmuyor, parmağını bile kıpırdatmıyor. Herkesin fazla bagajı var, “50 kg.luk fazla bagaj limitinin de üstünde”, onlar çantalarını kontuarın önünden çekmiyor, görevliler de ne onlara çekin diyor, ne işlem yapıyor. Herkes pozisyonunu koruyacak, son noktaya kadar, artık o nokta uçağın kalkışından yarım saat önce mi olur bir saat mi, kıpırdamayarak karşısındakinin sinirlerini test edecek, kararlılığını ölçecek, kafasında kendi verebileceği tavizleri evirip çevirecek. Son noktada görevliler biraz insafa gelecek, biraz gelmiş gibi yapacak, biraz kızacak, biraz kızmış gibi yapacak, rüşvetler yavaş yavaş yükselecek, dolarlar, biletlerin içinden dışına çıkacak, kadınlar sızlanacak, acındıracak, erkekler, güçlü olduklarını ima edecek, tanıdıkları önemli şahıslardan bahsedecek, öyle ya da böyle çözülecek. O noktaya kadar bekleyeceğiz. Şarkın tek çözüm yolu.

Bekliyorum. Ama kahretsin bu Batılı değerlerle zehirlenmiş ruhum, içim içime sığmıyor. Hiç olmazsa bir kuyruk olmasını ve kuyruğun geliş saatime uygun bir noktasında olmayı istiyorum, halbuki önümdeki kalabalık amorf, sürekli giren çıkan oluyor. İki genç kadın dikkatimi çekiyor. Biri sapsarı ve sivilceli yüzlü (malum orijin) öbürü iri siyah gözlü ve esmer tenli, hint kökenli olabilir. Onların sadece iki bavulları ve bir sırt çantaları var. İngilizce sıra burada mı diyorum. Yanılmamışım. Gülerek ne sırası diyorlar. Bu arada modern kılıklı bir genç kadın bana yaklaşıyor, rusça senin bir çantan var, benim fazla bagajımı al diyor. İtiraz ediyorum. Aynı şeyi başka bir kadın, bu kez farsça, amerikalı/hintli kızlarla konuşuyor. Hint kökenlilik yakıştırdığım kız daha becerikli, bir takım mazeretler buluyor, kibarca kıvırtıyor, ama o da yanaşmıyor. Bekliyoruz. Uçağın kalkmasına bir saat kala mucizevi şekilde bir takım insanlar işlem yaptırmaya başlıyor. Önümüzdeki kuyruk ilerliyor. Nihayet check-in yapılıyor.

Uçağa biniş sırasında benim hintli-amerikalı kızlar yine önümdeler, ellerinde duty free çantaları. Gülüşüyoruz. Ehh önümüzde koca bir kış var, stok yaptık diyorlar. Kim için çalışıyorsunuz diyorum. Ağa Han Vakfı. Ne kadardır Tacikistan’dalar? Bir yıl. Eh artık alışmışsınızdır. Alışsak da soğuk soğuk, elektrik olmayınca hayat zor diyorlar. Gözleri dumanlı. Tacikce söktürdünüz galiba diyorum. Yok bizim bölgede başka bir diyalekt var, onu öğrendik Tacikce anlamıyoruz diyorlar. Hangi bölge? Pamir. Eh tabi, İsmailiye orada, Aga Han boşuna ödemiyor bu kızlara, onları elektrik olmayan dağlara götürecek maaşları. Tabi soğuk olmalı, tabi çok yoksul olmalı. Sonra uçakta da Duşanbe havaalanında da dikkat ediyorum: uçakta bir sürü batılı genç kadın var. Sevimliler, gençler, bir kısmı güzel, bir tanesinin bu senenin modası (sanki Bloomingdale’den alınmış) eflatun renkli bir mantosu var, onunla Pamir’lerde dolaşacak, biri gitarını taşıyor, uçakta arkamda oturan genç kadın duty freeden bir sürü şişeler almış. Hepsinin gözleri dumanlı. Mecburi hizmet günlerimi hatırlıyorum. Önlerindeki soğuk, yalnız ve sıkıntılı kışı nasıl çıkaracaklarının hesabını yapıyorlar. Belki hemşire, belki sağlık eğitimcisi, belki sosyal çalışmacılar. Gencecikler. Belli ki yeni mezunlar. Çoğu Amerikan pasaportu taşıyor. Başka iş yok. Gidecekler. Alıştıklarından çok farklı koşullarda, onları anlamayan, kendilerinin de pek anlayamadığı (ne dil, ne düşünce) bir takım insanlarla yaşayacaklar. Onları değiştirmeye çalışacaklar. Kendileri de değişecekler. Ama zor olacak. Ahh modern dünya!

Uçağa giriyoruz. Eski, uzun zamandır havalandırılmamış. Kızlar o koku diye gülüşüyorlar. Tahmin ettiğim gibi yerler gökler paketler, el çantaları ile dolu. Benim yerim en arkada. Gidiyorum, o bölme bagajla dolmuş, şaşırıyorum. Bir adam bir başka koltuğa işaret edip, otur bulduğun yere boş ver diyor Rusça. Bir kızcağız İngilizce benim yerim de göya öndeydi otur otur diyor. Oturuyoruz. Uçak tıkabasa dolu. Ama bagajlar ve insanlar gelmeye devam ediyor. Check-in’deyken tespit ettiğim şişko, süslü genç kadın yaklaşık 35 tane el çantasıyla geliyor, onları bir yerlere sıkıştırmaya çalışıyor. Umutsuzluğa kapılıyorum, bu arada Havaş’ın işçileri bavullar taşıyorlar, evet evet uçağın içine. Çek-indeki Ahmet, Tacik herhalde ama Türkçesi çok iyi, her problemi halleder, burada da bagaj işlerini idare ediyor. Önem sırasına göre, yani bagajların sahiplerinin önem sırasına göre, onlara yer ayarlıyor. Havaş işçilerinin çoktan dolmuş olan koridorlardan geçişlerini temin etmeye çalışıyor, yer bulamayıp sızlanan yolculara, başka yolcularla pazarlıklar yaparak yer açıyor. Ahmet’in becerilerine güveniyorum. 1960’ların Harem otogarında staj yapmış olabilir.

Nihayet her şey ve herkes yerleşiyor. İşlerin yolunda olduğunun göstergesi olarak erkek kabin görevlisi kağıtlı şekerleme dağıtıyor. Yanımdaki her şeyle dalga geçen İsveçli çift de dahil, hepimiz afiyetle yiyoruz. Yarım saat geç de olsa havalanıyoruz. Yolda bir sürü ikram vs yapılıyor ama ben uyumayı tercih ediyorum. Bir ara gözümü açtığımda iki tanıdık şey duyuyorum “siyah çay” ve “teşekkür”.

Duşanbe havaalanı. Erzurum havaalanı büyüklüğünde (ya da St Petersburg, o da bu kadarcıktı). Vize işlemleri, kuyruk yine kuyruk vs. Mihmandarım, Olim, SAVE ofisinden sevimli, becerikli genç bir adam, gelip vize kuyruğunda beni buluyor. İşlemleri öne alıyor. Ne gereği varsa, nasıl olsa gidip bagaj bekliyoruz. Kalacağım eve getiriyor. Havaalanı şehre yakın. Sabah altı. Bütün eski sovyet şehirlerinde olduğu gibi, ellerinde çalı süpürgeler, başları enseden bağladıkları örtülerle kapanmış kadınlar sokakları süpürüyorlar. Ekonomi ne kadar parçalansa, işler ne kadar karışsa, maaşları üç kuruş olsa, onu da alamasalar da bu kadınlar her gün sabah şehirlerin sokaklarını temizliyorlar.

Duşanbe Fergana gibi. İki katlı sevimli evler, geniş caddeler, yüksek ağaçlar. Düz, dümdüz bir şehir. Dağların Tacikistan’ına Hollanda düzlüğünde bir başkent. Kalacağım ev, tipik Sovyet mimarisi, iki oda bir ufak salon, ama yenilenmiş, banyo mutfak gıcır gıcır, ihtimal Çanakkale seramikle şenlenmiş, mutfağın lavabosu daha takılamamış, etraf yağlı boya kokuyor.

Bir sürü havlu var, ikisini alıp banyoya gidiyorum. Üzerlerinde etiketleri duruyor, hiç kullanılmamışlar. Bir tanesinin ortasında I love you yazıyor, bir lale motifi nakışlanmış, o kadar tanıdık geliyor ki nerede yapıldığına bakıyorum. Made in Turkey. Yüzümü ikincisiyle kuruluyorum, iyi kurulamıyor, etikete bakıyorum, Made in China. Biraz üzülüyorum, ama kabul edilir; hem dünyayı tuttu Çin malları, hem Tacikistan’a kapı komşular. İçeriden gidip daha iyi kurulayacağını umduğum bir havluyu seçiyorum. Doğru seçim: iyi kuruluyor. Etiket: Denizli Havlu Sanayi. Hey gidi Anadolu kaplanları, Seattle’dan Duşanbe’ye milyonlarca insan her gün sabah yüzlerini size sürüyorlar. Denizlinin dokuma tezgahlarına. Yumuşak ve iyi kurutuyor bu havlular.

Thursday, June 12, 2008

Washington'da Duman Konseri, ABD, 2008

GURBETTE GURBETÇİLERLE GURBET

Azizim, vaşington'dan acela eksprese bindim, -"civilized commute" (amerikan trenlerini bilir misin bilmem , pek beyazlar binmezler de.
neyse diğer amerikan trenlerini biliyorsan işte bu civilized commute,
vaşington new york arasında iş takip edenlerin kullandığı daha avrupa
standardında, sözgelimi isviçre ikinci sınıf tren servisi gibi -onun
kadar dakik olmasa da rötarlar yapar zaman zaman- bir tren işte).
birkaç gün önce bir toplantı için "başkentimize"(!) geldim, bir arkadaşım var
burada, baltimore'dan buralara taşınmış bir de güzel ev almış, döşemiş
falan beni misafir etti, ben de is gezisini haftasonuna bağladım, iyi
oldu. hep gelir giderim, bir türlü dc'nin topografyasını çözememiştim,
şimdi her şeyi birbirine bağladım, coğrafi olarak ne nerededir çözdüm.
ne önemi vardır diyeceksin, bu işi yapmadan bir şehri anlayamam ben. ya
çıkıp bir yüksek tepeden bakmalı, ya sokak sokak gezip sonra haritadan
gezdiğim yerleri locate etmeliyim. yapmasam ne olacak, dünyada bir iş
geri mi kalacak, değil ama benimkisi bir tür genetik obsesyon.

Bütün bu ziyaretin en önemli epizodu şuydu, /yanimda bir kamera olmadığı
ve kaydetmediğim için çok eziklik hissediyorum
DC'nin içinde bir kulupte bir akşam bir Duman konseri (hani şu rock grubu- ben türkü rock diyorum ona, duysalar belki kızarlar bilemiycem) olacaktı. Gittik.
İstanbuldaki gece kulüplerine benzer (o kadar parlak değil tabi, bunlar
eski kulüpler, öyle dekora ney para harcıyamıyorlar, harcamıyorlar
bizimkiler gibi) bir mekan, mesela pekala Babylon'a benziyor. Derken bu
vaşington babilon'u birçok genç türkle doldu (valla çok hayal
kırıklığına uğradım, bunların istanbuldaki yaşıtları çok şık çok havalı
clubberler, saçları, başları giyimleri, hal ve tutumlarıyla.
vasingtondaki akranlarını pek rüküş, pek taşralı buldum. Her neyse
derken duman sahne aldı "ah aman aman". pek iyiydi cocuklar, zati
duvarlara kırmızı boya atarak resim yaparcasına söyledikleri bazı
şarkıları pek beğenirim. eh ben bile bazılarının repliklerini bildiğime
göre salondaki gençlerin şarkıları başından sonuna bilmesini zaten
bekliyordum. iste bu tuhaf sahnede bu tuhaf katılımcılara beklendiği
üzre bütün sarkılarını caldı cocuklar. Epeyce emprovizasyon yaptılar, ve
bir sarkılarının içinden bir adet pink floyd parçası bile çıktı.
iyiydiler. ve tabi konserin hit'i, herkesin bu melankolik, arabesk türkü
rock'a zıplayarak ve haykırarak katıldığı gurbet oldu.
iste böyle
--

Estergon Kalası, Macaristan, 2007

ESTERGON KALASI.... Temmuz 2007

Berbat bir hafta geçirdim. Saatlerce bilgisayar ekranı ve ben, adeta bütünleştik. Bizim örgütün genel kuralı, işler arttıkça doğru orantılı olarak gerginlikler de artıyor. Gerginlik üstüne gerginlik, etrafım kötülük melekleri ile sarılı. Her cinsten, kadın ve erkek, yan odada, koridorda çaprazdaki odada, fotokopi makinasının karşısında her yerdeler.

Üstüne bir de çok sıcak bir günün ardından, incecik giyinmiş, bisikletle eve dönerken patlayan fırtınanın ortasında sırıl sıklam ıslandım, dişlerim takırdadı. Öyle yaz yağmuru falan değil, Cenevre böyle oluyor; hava ısınıyor ısınıyor, Leman gölü (zaten Leman çanağı diyorlar) buharlaştıkça buharlaşıyor, nem insanı bayıltıyor. Sonra göklere doğru yükselen buhar, güneş ışınları şiddetini kaybedince Alplerin soğuk yüzeyine çarpıp, aşağı doğru gerisin geri hücum ediyor. Beraberinde bir şimşek, bir gök gürültüsü, kamçı gibi bir rüzgar.

Sonuç; bir akşam eve sırt kaslarım taş gibi kasılmış, ağrıdan duramaz bir şekilde döndüm. Ertesi sabah daha berbat uyandım. Boynumu sağa, ama özellikle sola çevirmem mümkün değil, sırtımı dik tutmam mümkün değil. Ama diz boyu işim var, ertelemek de mümkün değil.

Sağa ve sola bakmak için bütün sırtını döndüren bir sırtlan olarak işe gittim, iş yeri doktorunu, pardon hemşiresini gördüm.

Anlatmadan geçemiycem: bir iş yeri sağlık merkezimiz var, sanıyorum bir sürü de personel çalışıyor, en az üç doktor, dokuz, on hemşire. Yine de öyle hemen başım ağrıyor dişim ağrıyor gitmek ne mümkün. Arayacaksın randevu alacaksın, durumunun vahim olduğuna inanırlarsa o gün bir hemşireden randevu alabilirsin. Doktor... Aaa sen kimsin öyle doktor ancak gerekirse görür insanı. Nedense yalnızca çek-ap yapıldığında, tahlil sonuçlarına bakıp evet normal demek için doktordan randevu gerekiyordu. Tabi özellikle doktor olan arkadaşlarım çek-ap yaptırmak, hele malum işyerimde yaptırmak gibi bir saçmalığa neden ihtiyaç duyduğumu, olsa olsa gerçekten ciddi bir -psikolojik- muayeneyi gereksinir hale geldiğimi düşünecekler. Ondan değil. Kontratın yenilenmesi için çek-ap yaptırmak gerekiyor. Çürük mal almak istemiyor yani bizim örgüt!

Neyse uzun sözün kısası bu sağlık merkezinde doktoru görebilmenin tek yolu, normal değerleri zaten test sonuçlarının yanında yazan kan tahlillerinizin normal olduğunu teyit ettirip, evet kontratı yenilenebilir imzası almak.

Tanıdık mı geliyor?...

Haksızlık etmeyin Türkiye'de sistem bu kadar kötü değil.

Neyse işe gittikten ve epey ızdırap çektikten birkaç saat sonra bir hemşire görebildim. Bana iki adet brufen tablet verdi (daha fazla vermedi, reçetesiz satılıyormuş, eczaneden alabilirmişim. Sanki benim mesai saatleri içinde şehre inip eczaneye gidecek vaktim var). Bir fizikterapist görsem diyecek oldum (nasıl ihtiyacım var birisi masaj yapsa, ancak bir FTR'cinin eli değerse çözülecek sırtımdaki spazm düğümü), hemen akıl verdi hemşiremiz, olay akutmuş, FTR'nin faidesi olmazmış, brufenlerimi almalı ve oturduğum yerde oturmalıymışım.

Güzel...

Neyse bir haftayı sırtım gittikçe daha çok ağrıyarak, dozu artan gerginlikler arasında daha çok gerilmemeye çalışarak geçirdim. Bütün hayalim Macaristan'ın güneyine[1] yapacağım bir iş ziyareti öncesine sıkıştırdığım Budapeşte hafta sonu , ve Budapeşte'de özenle seçtiğim otel......

Evet bu otel.... bir ..... kaplıca oteli..... Budapeşte şehir merkezinden yürünerek ulaşılabilir mesafede, Tuna'nın ortasındaki asırlık ağaçlarla kaplı Margit adasının, kaplıcasıyla meşhur, içinde çeşitli hidroterapi uzmanlarının, tıbbi ekibin, benim için en önemlisi masörlerin olduğu Grand Hotel'i.

Evet evet tahmin ettiğiniz gibi otel, biraz hastaneyi, daha doğrusu kurumların çalışanları için işlettiği yaz kamplarını hatırlatıyor. Ama biraz. 19. yüzyıldan kalma taş bir bina, yüksek tavanlar, barok avizeler, yerlerde el dokuması halılar. Yaz kampı havası daha çok müşteri kitlesinden. Yine yanılmadınız, bu otelde ben en genç on müşterinin arasına girerim (diğer dokuz tanesi de yaşlılara eşlik eden genç bakıcılar). Bir sürü yaşlı Alman çift, Amerikalı bir kilise grubu -tanrım her yerde varlar- bazı Macar amca ve teyzeler. Sabah kahvaltıda bunları görüyorum. Kahvaltıdan hemen sonra akşamüstü için masaj randevumu alıyorum, ve adada yürüyüşe çıkıyorum.

Nasıl mutluyum. Gerçekten. Kendimi "buraya ilerde sık sık gelmeli, hatta arkadaşlara da tavsiye etmeli, birlikte geliriz herkese lazım" diye düşünürken yakalıyorum. Yakalar yakalamaz da gülmekten yere yıkılıyorum. Gerçekten, çimenlere serilip katıla katıla gülüyorum. Bundan beş yıl önce üstüne para verseler "bööle sıkıcı bi yere" gelip kalmazdım. Şimdi burada olduğum için nasıl mutluyum. Kendi mutluluğum yetmiyor, eşe dosta da lazım olur diye düşünüyorum. Birden aklıma, bir doktor arkadaşımın (T.J. , hadi torpil yapayım, 50) Latin Amerika'dan bir önceki gün gönderdiği mesaj geliyor. Yok Peru'daymış da, akşam diskoya gitmişler, dj çok yakışıklıymış, falan filan... Bırak artık bırak bunları, bırak asılma artık şu gençliğe, gitsin rahat rahat hatıraların gittiği yere. Ben bunları aşmışım, artık hayattaki ilgi konum ağrılarım, kaplıca otelleri ve masaj. Ama tabi yine de masaja gitmeden, Peşte'nin 40 dakika yakınında bir küçük kasabayı Gödöllö'yü ve Sissi'nin sarayını görmek için bir ufak erteleme yapıyorum.

Nihayet o an! Sıcak sularda sırt üstü yatmaca, sonra Thai masajı. (Hastayım bu globalleşme şaklabanlıklarına. Ne alaka, ne yapan Taylandlı, ne burası Tayland. Macar masajına ne oldu? Yüzyıldan daha eski tarihi olan bu kaplıca otelinde eskiden ne masajı yapılıyordu. Macar bir kızın, yine Macar üstadlarından ya da okullarından öğrendiği macar macar masajı, içeride iki tane tütsü yakıp illa Tayland diye satacağız. Neyse ne, adını ne korlarsa koysunlar, sırtımdaki ağrılı düğüme birisinin müdahale etmesi çok iyi oluyor). Odama dünyanın en mutlu insanı olarak dönüp uyuya kalıyorum.

Bir uyanıyorum saat 8:00 hızla bir çorba bir kadeh şarap. Budapeşte müzik şehri, akşam bir konsere giderim diye, gelirken uçakta da sabah otel lobisinde de karıştırmadık broşür bırakmadım. Yok yok , gitmek için efor sarfetmeye değecek konserler ya geçmiş, ya da en güzelleri Temmuz ayı içinde. Operanın programına bakmıyorum bile, birkaç hafta önceden bilet almazsan girmek mümkün değil. Çaresiz, otelin biraz ötesindeki çayırlıkta etrafına topladığı Macar gençlerine Batı Afrika dansları öğreten birkaç Afrikalı genci izlemeye gidiyorum.

Müzik güzel, dansta da bayağı başarılılar, dünya kültürleri böyle kaynaşıyor herhalde.

Yürürken uzaktan kulesini gördüğüm binaya geliyorum, aaa burası açık hava konser salonuymuş. Bir de ne görsem Al di Meola 23 Haziran 2007 saat 20:30 yazıyor. İşte Budapeşte! Gafil, Budapeşte'de bir Cumartesi gecesi, birkaç önemli müzik sunumu olmayacak! Saate 8:30'u çoktan geçti, konser başlamış. Ama gişe açık, birileri de bilet alıp içeri giriyor. Koşuşturuyorum. Vay me, biletler 30 euro, 40 euro. Bakıyorum yanımda o kadar para yok. Otele gidip alıp dönsem, zaten konser çoktan başlamış, hiç anlamı yok. Parmaklarımın arasından akıp giden fırsata üzgün gişeden uzaklaşırken birden farkediyorum ki, konser salonunun etrafındaki ağaçlık çimenlik alanda yüzlerce insan örtülerini sermiş, şaraplarını açmış sessizce oturuyor. İnsanların yoğunlaştığı alana yaklaştıkça farkediyorum ki müzik buraya şahane geliyor. Hahhah hay. Yaşasın beleşçiler, kahrolsun bir bilete 30 Euro veren yeni zenginler... Yaşasın çayır çimen ve açık hava.

Çimenlere sırt üstü uzanıyorum (ohhh artık sırt kaslarım gevşemiş vaziyette) burnumda tütsü kokusu, yüzüm yavaş yavaş kararmakta olan gökyüzüne çevrili Al di Meola dinliyorum. Etrafta en az 200-300 kişi var, ama çıt çıkmıyor. Şarkılar bitince, içerdekiler ve dışardakilerle birlikte ben de alkışlıyorum. Derken yarımay doğuyor, tam üstümde Büyük ayı (takım yıldız canıım!) beliriyor. Hayatboyu hatırlanacak konserler vardır ya, işte öyle bir konser yaşıyorum.

Sabah Tuna boyunca Bac ve Vişegrad üzerinden Estergon'a gidecek bir gemiye bineceğim, konser sonrası hemen uyumaya gidiyorum. Hayır, odama giderken davudi bir sesle "Estergon kal'asıııı amaan" diye türkü söylemiyorum.




[1] Bakınız daha önceki Szeged/Budapeşte mektubu

Wednesday, June 11, 2008

İskoçya'da Haftasonu, İskoçya, 2008

Çok bilmiş (olumlu anlamda) bir arkadaşımın sözüne uyup, Londra iş gezimin hafta sonu kısmını “değerlendirmek” üzere bir trene binp İskoçya’ya geldim. Çok memnun kaldım, dedim ya arkadaşım çok bilmiştir. Gerçi “trene bin, şöyle İskoçya’ya git” derken onun kastettiği ihtimal İskoç dağlarında (burada highlands diyolar) dolanmamdı, ama malumunuz ben şehir insanıyım, ayrıca trene binip dağ manzarası yeterince seyrettim ömrü hayatımda. Onun için ben King’s Cross’dan trene binip Edinburg Waverley’de indim.

Şekerim bu İngiliz trenleri çok ilkel (kalmış) (ya da göründü benim gözüme, malum referans noktam İsviçre trenleri). Vagonları eskimiş buldum, koltuklar hiç ergonomik değil, iki koltuğun arasındaki kolluk kalkmıyor, koltukların kendisi rahatsız, insanın sırtını ağrıtıyor, ayak mesafesi benim için bile dar, uzunboylu ingiliz erkekleri ne yapıyor bilemiycem. Ama itiraf etmeliyim benim de kabahatim var, normal bilet aldım. Gaflet, dönüşte tabi ki birinci sınıfla dönüyorum. Gençliğimde bende her koşulda gezen biriydim ama bunca yıllardan, ve yollardan sonra insan fazla eziyete katlanamıyor.

Şimdi Edinburg’la birlikte kuzeyin romantik, güzel şehirleri (Petersburg, Kopenhag, Oslo, Riga. Ki hepsi yaz aylarında ziyaret edilmiştir, kışın zinhar gidilmeyecektir, ölüm kalım olmadıkça) serimi kapatmış bulunuyorum. Artık bir tanesini daha görmeme gerek yoktur. Gerçi bir fırsat çıkarsa Dublin için bir istisna yapabilirim, Joyce’un yüzügözü hürmetine.

Bu şehirler güzel. Mimarileri güzel. Hepsi de birbirine benziyor gerçi, 17-19. yüzyılda, bilemedin 20. yüzyıl başında –kuzeyin zenginleşme zamanları- taştan, özene bezene yapılmış şehirler. Üstlerine gökdelenler konulmamış. Beton binalar tek tük, onlar da şehir merkezi dışında. Cepheler birleşik (enerji tasarrufu zinhar). Kanalları ve köprüleri var: kışın o köprülerden geçmeyi hayal etmek bile insanın dişlerini takırdatiyor. Yazın güzel oluyorlar fekat. Çok sıcak olmuyorlar, günler uzuyor da uzuyor, gece kalmıyor, zincirlerinden boşanmış ahali kendini sokaklara, barlara, kafelere, yemekhanelere atıyor. Zaten ahali çok içiyor, çok bağırıyor, çok şarkı söylüyor. Dolayısıyla neşeli bir hava oluyor ortalıkta.

Bugün Edinburg (edinbrauvv demem lazim) kalesini gezdim. Gözalabildiğine uzanan düzlüklere hakim, kuzey denizinin daracık bir geçitle doğal bir liman yaptığı bir noktasına bir taş atımı yerde, bir tepede. Bu stratejik konumu nedeniyledir ki yüzlerce yıl süren bir tepişmenin de odak noktası olmuş. Sonunda İngilizler, İskoçları yedeklemişler. Büyük Britanya İmparatorluğunun en önemli köşe taşı böylece konmuş. Şimdi yedeklemek deyince, yahu bu İskoçlar ne savaşkan bir ahaliymiş. Kalenin içinde şehitlik vardı, ölmüşler de ölmüşler. Büyük Britanya imparatorluğunun mızrağını diktiği, ya da dikmeye çalıştığı her yerde, yüzlerle, binlerle, onbinlerle ölmüşler. Madem bu kadar ölecektiniz niye kendiniz için yapmadınız diyesi geliyor insanın. Gerçi kim kendisi kim değil, İskoç soylularının ve bankerlerinin bu kutsal ittifaktan fena halde yararlandıkları kanısındayım, -elan devam ediyor.

Dün akşam İtalyan bu akşam Türk yemeği yedim. Bugün kitapçıda, hepsi onbeş sayfa tutabilen (tatlılar, pastalar vs dahil) İskoç yemekleri kitabına baktım, ve bu yemeklerden hiç birini tatma ruh halinde hissetmedim kendimi. Aynı hikaye. Köylülüğü ezilmiş, hiç bir milletin doğru dürüst mutfağı olamaz. Dünyada üzerlerinden en acımasız silindirin geçtiği köylüler de maalesef Büyük Britanya adasında yaşıyorlar. Adamlar ne ekip biçebilmiş, ne av hayvanından, ne balıktan yararlanabilmiş (iklim de tropik değil yani). Lordun gölündeki balığı avlamanın cezası ölümmüş.

Hmm tabi, çeşitli yün mamülleri var. Güzeller.. Ama çok pahalılar, ben New Yorkluyum yani, bizim paramızla çok pahalı burası. Bi de viski. Yarın viski turuna mı katılayım (lokal bir şey yapayım yani) yoksa National Art Museum’a mı gideyim kararsızım (uluslararası eserler, her yerde var onlardan, bilemedim yani).

Royal Terrace denen bir yerde (isme bak), Royal Terrace Hotel’de kalıyorum. Komik yani, Royal bir tarafı yok, hoş bir tepe (Carlton), denize bakan bahçeler, Georgian binalar. Onları küçük küçük otellere dönüştürmüşler, bazı şanslılar da geri kalan binalarda yaşıyor (bu arada emlakçinin önünden geçerken durup baktım, bu şahane evlerin aylık kirası topu topu 850 pound, Londra’da bu paraya fare deliği vermiyorlar, keza kıçı kırık Cenevre’de de bir kişilik bir yer bile bulunmaz. Bunlar tam Georgian, kocaman aile apartmanları, deniz manzaralı, park içinde. Daha ne olsun. Yazları NY’daki apartmanı kiraya verip Edinburg’a mı taşınsam acaba? Her neyse Royal Terrace Hotel’in en hoşuma giden tarafı, deniz tarafına bakan, eğik penceresi (çatı aralarına yaparlar ya), bir de daha kaldırımdan otele yönelir yönelmek kendiliğinden açılan (buyur el sahip tarzında) çift kanatlı kapısı.

İşte bir uluslararası memurun haftasonu kaçamağı ....

Haziran 2008

7 Haziran, Edinburg-Newark North Gate tren:

Yok azizim 1. sınıfta da iş yok. Daha geniş ama yine rahatsız koltuklar. O yetmezmiş gibi kompartmanda bağırarak kağıt oynayan (bu sefer teenager değil ama, 60 yaşındaki adamlar- daha bile sevimsiz oluyor). Tabi İngiliz servis sistemi iyi, kahveler, kibar stewardlar falan, ama biraz İskandinavlardan ergonomi, tasarım falan öğrenmeleri gerekiyor.

Üstelik wi-fi var diye ilan ettiler, gidip laptopumu aldım bavuldan, ama çalışmıyor. O zaman niye ilan ediyosunuz di mi.

Bugün Edinburg’un yeni şehrini gezdim, bir de bir fotograf sergisine gittim: iki savaş arası, Orta Avrupa fotografcılığı diye özetlenebilir. Çok başarılı buldum, sergiyi de gittiğim müzeyi de (Dean’s Gallery). Karşısında Modern Sanat Müzesi de vardı ama artık ona vaktim yoktu.

Dolayısıyla, Allah düşürmesin ama , Edinburg’da yaşamak mümkün olabilir. Birkaç tane güzel müzeleri, yılda bir ay sanat festivalleri, ayrıca sinema festivalleri, eh epeyce de viskileri var.

Saturday, May 31, 2008

Baslarken

Bu blog sayfalarinda, dunyanin cesitli ulkelerine yaptigimiz yolculuklara iliskin notlarimizi bulacaksiniz. Kimi zaman kisisel gozlemlerimizi fotograflarla da desteklemeye calisacagiz.

Iyi okumalar....