Sunday, June 15, 2008

ONÜÇ YIL SONRA MOSKOVA

On üç yıl sonra Moskova’dayım. Kremlin’in altın kubbelerine ve Putin’in sarayına bakan yeni tasarım ofislerden birindeyim. Bir binanın onikinci katı. Hemen önümüzden “altın halka”nın trafiği akıyor. Moskova şehir merkezini çevreleyen bir sınır altın halka, bir tür çevre yolu, metroda da bir izdüşümü var, o da halka.

Moskova çok değişmiş. On üç yıl önce şehire ayak bastığımın sabahında Yeltsin Parlamentonun önünde, tankların üzerindeki söylevini yeni bitirmişti. Gorbaçov hala başkandı ve darbe haberleri üzerine apar topar Kırım’dan geri dönmüştü. Ama Yeltsin çoktan tankların üzerine çıkıp inmişti, Başkanlığı kısa zamanda ona bıraktı. Yola çıkmamıza bir gün kala Rusya’dan darbe haberleri geldi. Perestroyka ile hayal bile edemediğini bulmuş olan batı tatlı sarhoşluğundan dehşetle uyandı. Haberi duyar duymaz anneme telefon ettim: “Anne darbe oldu, gitmeyelim”. Ne gam! Annem bir cesaret timsali. Sanki yıllarca Rusya’ya ayak basmayı reddeden o değil. Gorbaçov’un perestroyka ve glasnost söylevleri belli ki onu herkesten çok etkilemiş. Yıllarca benim onu gitmeye ikna etmek için kullandığım argümanı ters çevirip bana karşı kullandı “Biz Türk vatandaşıyız, bizi ilgilendirmez”. Çaresiz havaalanının yolunu tuttuk. 20 Ağustos 1991’de Moskova’ya uçan Türk havayollarının airbus uçağındaki tek yolcular bizdik. Bir de kendini bilmez, iş adamı olmayı hayal eden bir anadolu çocuğu.

Şehir kocaman, ihtişamlı ve bakımsızdı. En çok hoşuma giden hiç bir yerde reklam panosu, mağaza tabelası, ışıklı tabela vb olmamasıydı. “Temizdi” şehir, ticari kirlilik yoktu. Yeni Arbat sokağını Piccadilly Circus’la karşılaştırmış ve Moskova’da kendimi rahat hissetmemi bu temizliğe bağlamıştım. Zaten çok mağaza da yoktu. Olan mağazalar da bomboştu. Eylül ayının başında dönüşümüzden biraz önce, darbe tehlikesi iyice atlatılınca, devlet depolarındaki mallar dükkanlara dağıtıldı, ve ömrümün sudan ucuz en büyük alışverişini yaptım. Her şey çok çok çok ucuzdu. Tanesini bir dolara aldığım şık şapkaları yıllarca kullandım.

Koca şehirde yemek yenecek birkaç mekan vardı. Prag Restoran, yine sudan ucuz. Beyaz eldivenli garsonların servis yaptığı, kahveye brendiye ve dondurmaya kadar uzanan kocaman bir akşam yemeği yiyip dört kişi birkaç dolarlık bir hesap ödediğimizi hatırlıyorum. Ortada öyle tostcu, dönerci, pirogcu da yoktu, olanlar da saat bir ile iki arasında öğle tatili yapıyor, akşam altıda da kapatıp gidiyorlardı. Elalem pikniğe giderken yanına ekmek peynirini, elmasını almaya alışkındı. Keyif etmek üzere çıktığımız bir nehir teknesi gezintisinde, akıl edip yanımıza evden yiyecek getirmediğimiz için açlıktan midemiz kazınmıştı da kapitalizmin bir işsizler ordusunun zoruyla her an her yerde sunduğu servislere ne kadar da alışmış olduğumuzu farketmiştim.

Metro güzeldi. Ömrümde her bir durağında farklı süsler olan; kimisinde mozaikler, kimisinde vitraylar, kimisinde heykeller, zemini mermer bir metro görmemiştim (sonra da göremedim). Işıldıyordu, fonksiyoneldi, kalabalık ve canlıydı, tabi ki sudan, sudan ucuzdu, Türk lirasına çevirmeye çalışıp karşılığını bulamamıştım, çok küçük bir paraydı. Metro ışıltılıydı ama şehrin birçok yeri dökülüyordu. Ana caddelere açılan sokaklarda bile asfalt patlamıştı, binaların fasatları erimiş parçalanmıştı. Pazar yerleri pis ve eskiydi. Genel bir yoksulluk ve bakımsızlık hali. Sıradan insanlar için yiyecek bulmak zordu. Pazarlarda yiyecek vardı. Orta Asya’dan kafkasya’dan sebze meyve geliyordu. Ama Moskova’lılar pazarlardan, serbest pazar fiyatıyla değil, devlet mağazalarından uygun fiyatla yiyecek almaya alışıktılar, mağazalara da dağıtım bozulmuştu. Yaşlı bir Moskovalı kadınla bu yiyecek işini konuştuğumu ve pazarda yiyecek bulunmasını, yiyecek bulunması olarak algılamadığını hatırlıyorum. Sırada da beklese, düzensiz de gelse, o devletin kendisine uygun fiyatlı yiyecek sağlamasını standart kabul ediyordu. Acı acı “her şey değişiyor, daha anlamamışlar. Sonunda anlayacaklar ama çok canları yanacak” diye düşündüğümü hatırlıyorum. Bugün artık devlet mağazaları yok. Eski çamur içindeki semt pazarları, açıkta kancalara asılı satılan etler de yok. Şehir merkezlerinde yeni yapılmış, mermerden tezgahların ışıl ışıl parladığı, Orta Asya’dan kavunların, kuzey denizinden türlü balıkların ve deniz mahsülatının, tropikal ülkelerden ananasların süslediği, içine girince insana, burası bir dünya şehri diye düşündürten çeşitliliğin olduğu pazarlar var. Vakit bulup kenar semtlerin pazarlarına gidemedim, ama nasıl olduklarını altı yedi yıl önce Petersburg’da gittiğimiz kenar mahalle pazarından tahmin edebiliyorum. Simsiyah kesilmiş pörsümüş birkaç muz tanesi, avurtları çökmüş portakallar, bolca patates ve lahana.

On üç yıl sonra, Moskova ışıl ışıl. Caddeler ışıl ışıl. Kızıl meydandaki pasta kubbeli kilise yenilenmiş, boyanmış. Her tarafta kafeler, lokantalar, dizaynır vitrinleri. Fransa’dan, İtalya’dan, İskandinavya’dan mobilyalar, camlar, seramikler. Binaların çoğu elden geçmiş. Alt geçitler, kaldırımlar, meydanlar yenilenmiş. Metro.. hala güzel, ama artık şehrin en ışıltılı yeri değil.

Kadınlar o zaman da güzeldi, ama nasıl demeli, biraz Muhterem Nur kılıklıydılar, biraz ucuz, biraz eski moda, biraz kenarın dilberi makyajlı. Şimdi çok güzel kadınlar var, moda dergilerinden fırlamış gibiler, modern kılıklar, pahalı elbiseler, iddialı ayakkabılar ve aksesuarlar, trendlere uygun makyajlar. Pahalı kafelerde ve restoranlarda oturuyorlar, pahalı şeyler giyiyorlar. Gerçi metro çıkışlarındaki tezgahlarda tanesi 4-5 dolara, eskiden gördüğüm kötü deri taklidi çantalar satılıyor, onların da alıcısı ve kullanıcısı var, ama plastik çantalı kadınlar değil artık insanın dikkatini yakalayan.

Kiralar fırlamış, apartmanlar pahalı. Moskova banliyölerinde çok katlı konutlarda bir daire 150-200 bin dolara satılıyormuş. Şehrin merkezindeki genişçe apartman dairelerinde milyon dolarlardan bahsediliyor. Bir de ilk gelişimde görmediğim bir şey var, çöp karıştırıp teneke kutu toplayan yaşlı kadınlar.

Moskova’ya gelip de Balşoy’dan bahsetmemek olmaz. 91’de geldiğimizde Balşoy’a gidebilmek nasip olmamıştı. Biletler devlet erkanına dağıtıldığı için gişeden satın almak mümkün değildi. Karaborsada peşine düşmek gerekiyordu. Bazı gösteriler iptal edilmişti vs. İçimde kaldı. Bu sefer ilk iş Balşoy’a gittim. Aa, gişe açık, hem de yalnızca birkaç kişi bekliyor. Programa şöyle bir baktım, neler neler var. Her gün bir başka gösteri. Canım bir bale görmek istedi. Romeo ve Jülyet gösterisi hakkında okumuştum. Ama bilet yok. Zaten topu topu beş günüm var. Şopenyana uygun bir günde. Bilet aldım. Tamuna da Moskova’da birlikte gittik. Bizim gösteri ana binada değilmiş. Hayal kırıklığı. Yan tarafta yeni bir sahne açılmış, oraya gittik. Vay me (Gürcüler vay bana’yı böyle diyorlar). Ne şıkırtı, ne ihtişam. Sankim Petersburg’daki kışlık saray kalkmış buraya gelmiş. Sonra, yüzyıl önce bütün Avrupa’da olan, ama zaman donduğu için artık yalnızca Rusya’da kalmış olan ritüeller. Ceketlerinizi vestiyere bırakmadan içeri giremezsiniz. Vestiyerde binokl ister misiniz? İstemezseniz ikinci sınıf seyircisiniz. Yaşlı hanımlardan oluşan bir yer göstermeciler ordusu. Ölçülü olmazsanız hemen kaşlarını kaldırıyorlar. Gelip terbiye edici bir söylev çekmeleri bir nefeslik fark. Antraktta büfe, şampanya, havyarlı bir dilim ekmek, isterseniz pasta ve çay. Ritüel, mitüel. Balşoy sahnede hala Balşoy. Balşoy’da baş balerina olmak, öyle yalnızca çalışmakla, yalnızca yetenekle, yalnızca birilerinin gözüne girmekle olacak iş değil. Sahnede bir melek var. Ben ki bu işlerin kıyısında biriyim, gösteri boyunca nefes almayı unutarak kendimi kaptırdım, dansçıları seyrettim. Çıkarken, bir tek bunun için bile Moskova’da yaşamaya değer diye düşündüm. Başka şeyleri ne kadar sevmeseniz, dondurucu soğuk yüzünden depresyona da girseniz, hala servis yapmayı öğrenememiş ve öğrenemeyecek olan ruslar sağda solda canınızı da sıksa, bir akşam gelip, pek de pahalı olmayan bir fiyata böyle bir gösteri seyredebiliyorsanız, hayatınız değişir.

Bugün öğle yemeği için ofisin hemen yanındaki Çin lokantasına gittim. Meyveli balık ve pirinç yedim. Hesapla birlikte iki dilim portakal ve bir “cookie” geldi. Diğer yerlerde yediğimden çok daha itinalı bir cookie. Daha büyük, portakal kokulu. İçinden zamanın anlamına uygun bir fal çıktı, altın yaldızlı bir kağıda İngilizce ve Rusça yazılmış: “Gününüz karlı ve verimli geçecek”.

Dün ofisten çıkıp metroyla Arbat sokağına gittim, “Dom Knigi”ye bakmaya. (Moskova’nın en büyük kitapçısı, 91’de geldiğimde bir çuval kitap almış bir dolar para ödemiştim. Ne kitaplar vardı neler neler. Bir tek kitapları aldığınızda kimse size naylon torba vs vermiyordu. Moskova’lılar ellerinde küçük filelerle dolaşan bir ahaliydi, herkes kitaplarını kendi fileciğine doldurup kasayı terkediyordu. Bir tek ben bir çuvala sığacak miktarda kitabım, paketleme denen şeyin olmayışından şaşkın, kasanın önünde kala kalmıştım. ) Akşam iş çıkış saati olduğu için metro tıklım tıklımdı. Bir insan nehri dalgalanıp duruyordu, güçlükle aktarmalarımı yaptım, Arbat sokağına çıkarken, kendimi özgür hissettim. Bir tek metropollerdeyken hissettiğim, o istediğini yapma, istediğin yere gitme, büyük şehirlerin dokusundaki binbir kovuktan birine girip kaybolabilme, kendine ait bir köşe yapabilme, hem kalabalıklarla hem de yapayalnız olabilme ayrıcalığı. Ne kadar özlemişim bu duyguyu. Küçük şehirler bana göre değil.

27 Nisan 2004, Moskova

No comments: