Uyandım. Yeni bir ülkede yeni bir şehirde. Yavaş yavaş nerede olduğumu hatırladım. Sabah erkenden, pek rahat olmayan bir yolculuktan sonra Duşanbe havaalanına indiğimi, çalışacağım kuruluşun şöförünün beni karşıladığını ve eski sovyet bloğunun bütün ülkelerinde olup hepsi birbirine benzeyen üç katlı blokların olduğu bir yerde bir apartman dairesine bıraktığını.
Kalktım. Kahvaltı küçük sehpanın üzerinde beni bekliyordu. Smetan, bisküviler (ahh o tanıdık, sovyet tipi büyük boy kalın bisküviler), ekmek (orta asya tipi ortası çukur, çörek otlu, pidelerden), salam ve epeyce yağlı bir kaşar. Tabi ki tabağım, çatalım kaşığım düzenli bir şekilde yerleştirilmiş, peçeteler, tuzluk biberlik. Dünyayı konforlu bir yer haline getiren kadınlar buradan geçmişler.
Gece yolculuğunun üstüne, sabah olduktan sonra uyuyup uyanmış olmanın mahmurluğunu atmak için bir an önce dışarı çıkmak istiyorum. Evin avlusunda kızlı erkekli bir grup çocuk bağrış çığrış tornet kayıyorlar.Çok mutlu görünüyorlar. Çok sevimliler, çekikce gözlü bir kız çocuğu tornetten gülerek düşüyor. Farsi yüzlü bir başka kız çocuğu onun yerine oturuyor. Erkek çocuklarından biri “podajdite podajdite” diye bağırıyor.
Sokağa çıktım. İlk anda Fergana’da olduğumu düşündüm. Aynı, iki yanı koca ağaçlarla çizilmiş geniş cadde, aynı iki katlı evler. Dümdüz bir şehir. Sabahın köründe mihmandarımın bana gösterdiği kerteriz noktalarına dikkat ederek, onun merkez diye gösterdiği yönde.yürüdüm. Bir yol ağzı. Minik bir park. İçinden yürümeye karar verdim. Güzel bir sonbahar, koca ulu ağaçlar, yarısı sarı yarısı yeşil. Yerlerde sarı yapraklar. Yön tayini için durdum ve insanların hızlı adımlarla geldiği yöne gitmeye karar verdim. Yanılmamışım Pazar yeri.
Pazarın girişinde kasetçiden yükselen müziğe çarpılıyorum. Sade, tekdüze bir melodi, ama ne güzel sözler. Ne dediğini anlamıyorum ama gerçekten Farsça şiirsel bir dil. Bir süre oradan ayrılmak istemiyorum.
Meyveler; bolca elma, üzüm, kavun, karpuz. Elmalar çeşit çeşit eğri büğrü küçük ve yerli olanları var, kırmızı büyük ve uzak yerlerden gelmiş olanları. Üzümler belli ki yerli, birkaç çeşit, adlarını bilmiyorum ama lezzetli görünüyorlar. Sonra patates, sarımsak, yine elma, yine üzüm, yine patates. Bir köşede torba yoğurduna benzer bir şey satıyor bir grup kadın, yanyana dizilmişler, boylarının yarısı kadar kocaman çukur kaplardaki yoğurdu karıştırarak. Pazarın ortasındaki tezgahlarda “egzotik” ürünler olarak muz ve ananas var. Biraz daha ileride türlü çeşitli turşular. Mantar turşusu, ne olduğunu çıkaramadığım bir bitkinin saplarının turşusu, domates, salatalık turşusu, rendelenmiş havuç. Gürcistan, Özbekistan’da benzerlerini gördüğüm “hazır salata” tezgahları, ama nedense buradaki çeşit ve görünüm bana Chinatown tezgahlarını hatırlattı. Ehh Çin ezelden beri kapı komşuları.
Kadınların hemen tamamı uzun, renkli entariler giyiyor başlarında enseden bağlanan örtüleri. Erkeklerin bir kısmı uzun kaftanlar içinde, başlarında orta asya takkeleri ya da külahlar. Bazı gençler kot pantolonlu ama kafalarında beyaz takkeleri.
Pazardan çıkıyorum yürümeye devam. Döviz bürosu. Internet kafe. Uluslararası telefon görüşmesi reklamı yapan bir dükkan. Bir iki Rusça kitabı satmaya çalışan yaşlı, mavi gözlü Rus kadın. Kaval çalarak dilenen kaftanlı, külahlı, yaşlı Tacik amca. Arada Özbekçe konuşmalar duyuyorum. Bir meydana ulaşıyorum. Heykeller. Mihmanhane (Otel) Duşanbe ve Duşanbe Restoran. Evet şimdi turnanın gözündeyim. Savaşan, ızdırap çeken, ölülerine ağlayan heykellerin (bir kısmı asker kıyafetli bir kısmı geleneksel giysiler içinde) anlamını çözemiyorum, yarın sorup öğreneceğim.
Devam. Güzel bir yol boyu parkı. Yine altın ağaçlar. Etrafta çok genç erkek var. Sonra sırrını çözüyorum. Bazı banklarda genç kadınlar oturuyor. Geleneksel giysiler içinde, başlarında geleneksel örtüler. Delikanlılarla pazarlık yapıyorlar. Çok ilgi çektiğimi farkedip yolumu değiştiriyorum.
Geri dönüyorum.
ISTANBUL -DUŞANBE UÇAĞI
İstanbul’dan Duşanbe’ye bir tek Tacikistan Havayolları uçuyor. Yerlerini bulmak bir macera, bir cep telefonunun ucundaki aksanlı sesten birlikte çalıştıkları turist ofisinin telefon numarasını buluyorum, arayıp rezervasyon yaptırıyorum. Ofisin Aksaray’da olduğunu öğrenip rahatlıyorum. Ofise ilk ziyaretim. Saat 3. Rezervasyonum kontrol ediliyor, pasaportum isteniyor, veriyorum. Bilet kesemiyorlar, bilet kesen arkadaş çıkmış. Niye telefonda söylenmediğine cevap yok. Çaresiz ertesi gün tekrar gidiyorum. Bir daire. Genişce bir salon. Camlı bölmeyle ortada ayrı bir oda yapılmış, orta yaşlı bir adam oturuyor büyükçe bir masada. Boş boş oturduğuna ve camlarla korunmaya alındığına göre o amir olmalı. Ben camlı bölmenin dışındaki genç adamla muhatap oluyorum. Düzgün Türkçe konuşuyor. Yine aynı işlemler. Pasaportum inceleniyor. Vizem yok. Rusça iç bölmedeki adamla konuşuyor. Cevap hayır. Vize olmadan bilet veremezlermiş. Davet mektubum var, vizeyi Duşanbe havaalanında alacağım diyorum, davet mektubunu istiyorlar, getirmek aklıma gelmedi. İçerdeki adam merhamet etmiyor. “Niet” diyor. Yine bilet yok. Canım sıkılıyor, bu kez rusça itiraz ediyorum. Belki de bütün konuşmanın anlaşılmış olmasına sinirleniyor; camlı bölmenin içindeki adam kızgın. Bu kez gayet düzgün bir Türkçeyle evraklar yok bilet yok, diyor. Niye bilet almak için vize gerektiğini anlamadım diyorum. Ben hep böyle gelip gidecek miyim diye soruyorum. O sizin sorununuz diyor. Öfkeleniyorum, ne demek benim sorunum vs. Ortalık geriliyor. Sinirli bir şekilde çıkıp gidiyorum. Yolda düşünüyorum. Çare yok. Tacikistan’a gideceğim. Onların memleketi, memleketlerine bir tek onların havayoluyla gidebilirsin. Kuralları istedikleri gibi koyuyorlar. Gerçekten benim sorunum.
Evraklarım tamam üçüncü kez gidiyorum. Parayı nakit dolar ödüyorum, onu akıl ettim getirmeyi. Bu kez bileti alıyorum. Ortalık gergin. Çıkarken içerideki bölmeye kafamı uzatıp iyi günler, teşekkür ederim diyorum. Orta yaşlı adam, eli kalbinde ayağa kalkıp öne eğiliyor. Özür diliyorum. O özür diliyor. Barış yapıyoruz.
Uçağın kalkmasına iki saat kala Yeşilköy’deyim. Önce Silivri, sonra Sabiha Gökçen, Tacik havayolları artık Yeşilköy’e terfi etmiş vaziyette. Monitorde Tacik check-in yeri bildiriliyor ama bu bilgiye gerek yok, salona şöyle bir bakınca Tacik havayolları check-ini hemen bilmek mümkün. Bir kontuarın önü, kargo deposu girişi gibi. Bavullar, denkler, koliler, bantlarla sağlamlaştırılmış plastik kargolar. Sıra falan yok. Daha çok eşyalar, arada öbek öbek insanlar. Kalabalığı bypass edip kontuardakilerle konuşmaya çalışıyorum. Cevap yok. Sıra nereden başlıyor bilen yok. Kalabalıkta bir hareket, işlem yaptırıp gidiyor olma havası yok. Doğu ülkelerine has, sorunlu işlerin çözümlenmesinden önceki durgunluk hali. Pazarlık gücünü kaybetmemek için hiç kimse durumunu değiştirmiyor, adım atmıyor, konuşmuyor, parmağını bile kıpırdatmıyor. Herkesin fazla bagajı var, “50 kg.luk fazla bagaj limitinin de üstünde”, onlar çantalarını kontuarın önünden çekmiyor, görevliler de ne onlara çekin diyor, ne işlem yapıyor. Herkes pozisyonunu koruyacak, son noktaya kadar, artık o nokta uçağın kalkışından yarım saat önce mi olur bir saat mi, kıpırdamayarak karşısındakinin sinirlerini test edecek, kararlılığını ölçecek, kafasında kendi verebileceği tavizleri evirip çevirecek. Son noktada görevliler biraz insafa gelecek, biraz gelmiş gibi yapacak, biraz kızacak, biraz kızmış gibi yapacak, rüşvetler yavaş yavaş yükselecek, dolarlar, biletlerin içinden dışına çıkacak, kadınlar sızlanacak, acındıracak, erkekler, güçlü olduklarını ima edecek, tanıdıkları önemli şahıslardan bahsedecek, öyle ya da böyle çözülecek. O noktaya kadar bekleyeceğiz. Şarkın tek çözüm yolu.
Bekliyorum. Ama kahretsin bu Batılı değerlerle zehirlenmiş ruhum, içim içime sığmıyor. Hiç olmazsa bir kuyruk olmasını ve kuyruğun geliş saatime uygun bir noktasında olmayı istiyorum, halbuki önümdeki kalabalık amorf, sürekli giren çıkan oluyor. İki genç kadın dikkatimi çekiyor. Biri sapsarı ve sivilceli yüzlü (malum orijin) öbürü iri siyah gözlü ve esmer tenli, hint kökenli olabilir. Onların sadece iki bavulları ve bir sırt çantaları var. İngilizce sıra burada mı diyorum. Yanılmamışım. Gülerek ne sırası diyorlar. Bu arada modern kılıklı bir genç kadın bana yaklaşıyor, rusça senin bir çantan var, benim fazla bagajımı al diyor. İtiraz ediyorum. Aynı şeyi başka bir kadın, bu kez farsça, amerikalı/hintli kızlarla konuşuyor. Hint kökenlilik yakıştırdığım kız daha becerikli, bir takım mazeretler buluyor, kibarca kıvırtıyor, ama o da yanaşmıyor. Bekliyoruz. Uçağın kalkmasına bir saat kala mucizevi şekilde bir takım insanlar işlem yaptırmaya başlıyor. Önümüzdeki kuyruk ilerliyor. Nihayet check-in yapılıyor.
Uçağa biniş sırasında benim hintli-amerikalı kızlar yine önümdeler, ellerinde duty free çantaları. Gülüşüyoruz. Ehh önümüzde koca bir kış var, stok yaptık diyorlar. Kim için çalışıyorsunuz diyorum. Ağa Han Vakfı. Ne kadardır Tacikistan’dalar? Bir yıl. Eh artık alışmışsınızdır. Alışsak da soğuk soğuk, elektrik olmayınca hayat zor diyorlar. Gözleri dumanlı. Tacikce söktürdünüz galiba diyorum. Yok bizim bölgede başka bir diyalekt var, onu öğrendik Tacikce anlamıyoruz diyorlar. Hangi bölge? Pamir. Eh tabi, İsmailiye orada, Aga Han boşuna ödemiyor bu kızlara, onları elektrik olmayan dağlara götürecek maaşları. Tabi soğuk olmalı, tabi çok yoksul olmalı. Sonra uçakta da Duşanbe havaalanında da dikkat ediyorum: uçakta bir sürü batılı genç kadın var. Sevimliler, gençler, bir kısmı güzel, bir tanesinin bu senenin modası (sanki Bloomingdale’den alınmış) eflatun renkli bir mantosu var, onunla Pamir’lerde dolaşacak, biri gitarını taşıyor, uçakta arkamda oturan genç kadın duty freeden bir sürü şişeler almış. Hepsinin gözleri dumanlı. Mecburi hizmet günlerimi hatırlıyorum. Önlerindeki soğuk, yalnız ve sıkıntılı kışı nasıl çıkaracaklarının hesabını yapıyorlar. Belki hemşire, belki sağlık eğitimcisi, belki sosyal çalışmacılar. Gencecikler. Belli ki yeni mezunlar. Çoğu Amerikan pasaportu taşıyor. Başka iş yok. Gidecekler. Alıştıklarından çok farklı koşullarda, onları anlamayan, kendilerinin de pek anlayamadığı (ne dil, ne düşünce) bir takım insanlarla yaşayacaklar. Onları değiştirmeye çalışacaklar. Kendileri de değişecekler. Ama zor olacak. Ahh modern dünya!
Uçağa giriyoruz. Eski, uzun zamandır havalandırılmamış. Kızlar o koku diye gülüşüyorlar. Tahmin ettiğim gibi yerler gökler paketler, el çantaları ile dolu. Benim yerim en arkada. Gidiyorum, o bölme bagajla dolmuş, şaşırıyorum. Bir adam bir başka koltuğa işaret edip, otur bulduğun yere boş ver diyor Rusça. Bir kızcağız İngilizce benim yerim de göya öndeydi otur otur diyor. Oturuyoruz. Uçak tıkabasa dolu. Ama bagajlar ve insanlar gelmeye devam ediyor. Check-in’deyken tespit ettiğim şişko, süslü genç kadın yaklaşık 35 tane el çantasıyla geliyor, onları bir yerlere sıkıştırmaya çalışıyor. Umutsuzluğa kapılıyorum, bu arada Havaş’ın işçileri bavullar taşıyorlar, evet evet uçağın içine. Çek-indeki Ahmet, Tacik herhalde ama Türkçesi çok iyi, her problemi halleder, burada da bagaj işlerini idare ediyor. Önem sırasına göre, yani bagajların sahiplerinin önem sırasına göre, onlara yer ayarlıyor. Havaş işçilerinin çoktan dolmuş olan koridorlardan geçişlerini temin etmeye çalışıyor, yer bulamayıp sızlanan yolculara, başka yolcularla pazarlıklar yaparak yer açıyor. Ahmet’in becerilerine güveniyorum. 1960’ların Harem otogarında staj yapmış olabilir.
Nihayet her şey ve herkes yerleşiyor. İşlerin yolunda olduğunun göstergesi olarak erkek kabin görevlisi kağıtlı şekerleme dağıtıyor. Yanımdaki her şeyle dalga geçen İsveçli çift de dahil, hepimiz afiyetle yiyoruz. Yarım saat geç de olsa havalanıyoruz. Yolda bir sürü ikram vs yapılıyor ama ben uyumayı tercih ediyorum. Bir ara gözümü açtığımda iki tanıdık şey duyuyorum “siyah çay” ve “teşekkür”.
Duşanbe havaalanı. Erzurum havaalanı büyüklüğünde (ya da St Petersburg, o da bu kadarcıktı). Vize işlemleri, kuyruk yine kuyruk vs. Mihmandarım, Olim, SAVE ofisinden sevimli, becerikli genç bir adam, gelip vize kuyruğunda beni buluyor. İşlemleri öne alıyor. Ne gereği varsa, nasıl olsa gidip bagaj bekliyoruz. Kalacağım eve getiriyor. Havaalanı şehre yakın. Sabah altı. Bütün eski sovyet şehirlerinde olduğu gibi, ellerinde çalı süpürgeler, başları enseden bağladıkları örtülerle kapanmış kadınlar sokakları süpürüyorlar. Ekonomi ne kadar parçalansa, işler ne kadar karışsa, maaşları üç kuruş olsa, onu da alamasalar da bu kadınlar her gün sabah şehirlerin sokaklarını temizliyorlar.
Duşanbe Fergana gibi. İki katlı sevimli evler, geniş caddeler, yüksek ağaçlar. Düz, dümdüz bir şehir. Dağların Tacikistan’ına Hollanda düzlüğünde bir başkent. Kalacağım ev, tipik Sovyet mimarisi, iki oda bir ufak salon, ama yenilenmiş, banyo mutfak gıcır gıcır, ihtimal Çanakkale seramikle şenlenmiş, mutfağın lavabosu daha takılamamış, etraf yağlı boya kokuyor.
Bir sürü havlu var, ikisini alıp banyoya gidiyorum. Üzerlerinde etiketleri duruyor, hiç kullanılmamışlar. Bir tanesinin ortasında I love you yazıyor, bir lale motifi nakışlanmış, o kadar tanıdık geliyor ki nerede yapıldığına bakıyorum. Made in Turkey. Yüzümü ikincisiyle kuruluyorum, iyi kurulamıyor, etikete bakıyorum, Made in China. Biraz üzülüyorum, ama kabul edilir; hem dünyayı tuttu Çin malları, hem Tacikistan’a kapı komşular. İçeriden gidip daha iyi kurulayacağını umduğum bir havluyu seçiyorum. Doğru seçim: iyi kuruluyor. Etiket: Denizli Havlu Sanayi. Hey gidi Anadolu kaplanları, Seattle’dan Duşanbe’ye milyonlarca insan her gün sabah yüzlerini size sürüyorlar. Denizlinin dokuma tezgahlarına. Yumuşak ve iyi kurutuyor bu havlular.
No comments:
Post a Comment